Yeryüzünün en muannid, en şerir ve en kızıl münafıkları, ülkemizin münafıklarıdır. Bunlar, İslam’ın ilk dönemdeki Medine münafıklarının tüm genetik kodlarını taşıyorlar. Bunlar, İslam’ın kendisine, Hz. Muhammet (asm)’in getirdiği bütün prensiplere, esaslara karşıdırlar. O derece karşılar ki, gözlerinden fitne kıvılcımları, ağızlarından kin ve husumet lavları fışkırıyor. Bunu, şu ayetin zahirinden, lafzından görmek mümkündür:
“Ey iman nimetine kavuşanlar, kendi dışınızdakilerden müsteşar, danışman, sırlarınıza vâkıf olacak çalışma arkadaşı edinmeyin. Onlar, size fenalık etmekten, ortalık bulandırmaktan, bozgunculuk etmekten geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlıkları ise, daha fazladır. Aklınızı kullanırsanız eğer, size karşı azılı düşman olduklarının delillerini açıkladığımızı anlayacaksınız.” Al-i İmran 118
Ve Cenab-ı Hak, yine Hz. Peygamber’e hitaben:
“Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları konuşma üsluplarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.” Muhammed 30.
30 Ekim P.Tesi günü, akşam haberlerini (Flaş TV) izlerken, Can Ataklı adında bir adamın/spikerin, Hüseyin Çelik (e. Eğitim Bakanı) hakkında bir sürü yorumunu dinledim. ‘Mal bulmuş mağribi’ gibi, can havliyle, ağız dolusu tükürüğüyle, yakaladığı fırsatı nasıl sözleri aksiyle yorumlayarak, hükümete, Müslümanlara yaylım ateşi yaptığına şahit oldum. Esasen dikkatimi çeken sözleri değildi. Zaten her küp içindekini sızdırır. O Türk ismini taşıyan, belki de kütüğünde İslam diye yazılı bulunan şahıstan farklı bir yorum beklemiyordum. Asıl dikkatimi çeken, ayetlerde tarifi yapılan fizikî görüntüsüydü. Ekranda sırıtan; yüz şekli, öfkeden kıpkırmızı olmuş siması, ağzından taşan kin ve gayz idi. Tam da ayetin tasvir ettiği şekil karşımdaydı. Ve ikinci ayetteki; sen onları “lahn”ından tanırsın Ey Muhammed!, diye ifade edilen ibareyi, mücessem bir şekilde izliyordum.
Farkında olmadan, “sadakte ya Rab! dökülüverdi ağzımdan. Rabbimiz, bu münafıkları ne güzel tarif etmiş, hem de bu tarif kıyamete kadar geçerlidir:
“Sen, onları, lâkırdılarının edasından, konuşma üsluplarından, konuşma tarzlarından, seslerinin tonundan, sözlerinin eğriliğinden” tanırsın, diyor. Ayrıca Hayrat Neşriyat Meali’nde bu ayet ile ilgili (Mu. 30 Ayet) şöyle bir dipnot da eklenmiştir:
“Kur’ân’ın, münâfıkların şahıslarını ta‘yîn etmeyerek (belirlemeyerek), umum bir sıfatla, onlara işâret etmesi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın siyâsetine daha münâsibdir. Zîrâ münâfıkların şahıslarının ta‘yîni ile kabâhatleri yüzlerine vurulsa idi, mü’minler, nefsin desîsesiyle (hîlesiyle) vesveseye düşerlerdi. Hâlbuki, vesvese havfa (korkuya), havf riyâya (gösterişe), riyâ nifâka müncer olur (götürür). Ve kezâ eğer Kur’ân onları ta‘yîn ile takbîh etse (kötülese) idi; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mütereddiddir (kararsızdır); etbâına (kendine tâbi‘ olanlara) emniyeti yoktur denilecekti. Ve kezâ bazen kötülük ifşâ edilmese (duyurulmasa) tedrîcen (yavaş-yavaş) zâil olması (geçmesi) ihtimâli vardır. Fakat teşhîr edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrîk eder. Fenâlığı daha fazla yapmasına bâis (sebeb) olur.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 77)
Bu ülkemizde sayı bakımından da, yönetim, siyaset ve ekonomik güç ve kuvvet bakımından da sayıları bi hayli fazla münafıklar yaşamaktadır. Bunu yakın tarihi anlatan “kitaplarda, eserlerde” de görmek mümkündür.
Mesela; Vehbi Koç’un Yapı Kredi Bankası yayınlarında yer alan “Anılarım” eserinde, verilen gayr-i müslim nüfus sayılarında da açıkça görüyoruz. Ayrıca İngiliz Tarih Profesörü Justin MacCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” eserinde de verilen sayısal rakamlardan anlamak mümkündür.
Kısacası işimiz bi hayli zor: ‘Müslüman mahallesinde salyangoz’ satanlar her tarafı işgal etmiş vaziyette. Bu mahalle nasıl temizlenip eski günlerine avdet edecek; ben de merak ediyorum. Kanaatimce bunun yegâne yolu; sağlam, doğru, ’izm’den arınmış bir MAARİF tedrisatıyla ancak sağlanabilir. Fakat Maarifi de, bu zihniyet, dört bir taraftan (1947’den beri Türk Maarif Sistemi “Amerikan Fulbright Komisyonu”nca kontrol edilmektedir) kuşatmış olduğunu söyleyelim. Bize kalan ise sadece ve sadece “hamasi naralar” atmaktır; tıpkı bir vakitler Saddam Hüseyin’in attığı hamasi nutukları gibi. Büsbütün ümitsiz değilim, elbette bir vakt-i merhun vardır, La Taknatu.
Not: Ben bardağın boş tarafını bugün değerlendirdim. Dolu kısmını da yazacağız inşallah.