Bilindiği üzere, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine vücut vermiştir. Batı, kendi içindeki “Kilise Erkinin” cenderesi altında dayanılmaz uygulamalara karşı koyarak, sonunda Avrupa’da bildiğimiz patlamalara ve ayaklanmalara/isyanlara yol açmış, nihayetinde de din prangası parçalanıp, din kendi tabii alanına/kulvarına çekilmiştir.
Bize gelince; körü körüne Batı’yı taklit eden Müslüman aydınlar (Cemil Meriç’in tabiriyle mimsiz aydınlar), Batı’nın muharref dine karşı kullandığı argümanları İslam toplumları için de devreye sokmuş ve bu süreçte zihinler İslam’a karşı yavaş yavaş bulandırılmaya başlanmıştır.
Amaç; Batı’da olduğu gibi dini (İslam’ı) toplum hayatından çıkarmak ve seküler bir İslam anlayışına dönüştürmektir.
Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte, kutsal kitabımız Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e yönelik saldırılar artmış, Batı’dan yapılan tercümelerle bir neslin itikadı, inanç değerleri ve örf-adetleri altüst edilmiştir.
Bu yıkım ve dönüştürme hareketi, dilde de kendini göstermiştir. Önceleri sadeleştirme ve millileştirme, daha sonraları ise özleştirme adı altında İngiliz-Yahudi kültür emperyalizmi, Türkçeyi, gerek din gerekse medeniyet bakımından İslam’ın kazandırmış olduğu dil değerleri ve özelliklerinden yoksun kılmanın mücadelesini yürütmüştür. Bu, genel bir İslamsızlaştırma (désislamisation) hareketinin ilk köklü ve can alıcı adımını teşkil etmiştir.
Türkçenin İslamsızlaştırılması, yazı devrimiyle başlamış; çağlar boyu el emeği göz nuruyla dokunmuş estetik (esthétique) değerler ve tasavvurlarla yüklü yürürlükteki yerleşik sözler, tamlamalar ve terimler, içi boş, nesebi gayrısahih, uyduruk kelimelerle değiştirilmiştir. Bunun sonucunda, tabiatından sapan, hilkat garibesi bir yeni dil ortaya çıkmıştır. Bundan sonraki nihai aşama, Türkçenin tamamen tasfiye edilerek, yerini İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana iletişim dili olan İngilizceye bırakmasıdır. (Çağdaş İngiliz-Yahudi Küresel Medeniyeti, Ş. Teoman Duralı)
İşte bugün şikâyet ettiğimiz ahlaksızlıklar, iman ve inançtan yoksun, egoist ve hazcı bir nesil, bu yıkım/misyoner hareketinin sonucudur ve empoze edilen Batı medeniyetinin ürünleridir.
Ortaya atılan şüphelerden ve yapılan saldırılardan biri de, “Müslümanlıkta sünnet olma diye bir şey yoktur; bu, bir Arap âdetidir” iddiasıdır. Bir önceki yazımızda bu konuyu detaylıca ele almıştık. Bu yazımızda ise “Sünnetin Menşei” üzerinde duracağız.
Sünnetin Menşei: Allah’ın İbrahim ile Ahitleşmesi ve Sünnetsizlerin Lanetlenmesi
İsa (a.s) şöyle dedi:
“İlk insan Âdem, Şeytanın kandırmasıyla Allah’ın yasakladığı yemeği cennette yiyince, derisi ruhuna isyan etti. Bunun üzerine yemin edip: ‘Vallahi seni keseceğim,’ dedi. Ve bir kaya parçası bulup, taşın keskin kenarıyla kesmek için derisini ele aldı. Bunun üzerine Cebrail tarafından azarlandı. Ve cevap verdi: ‘Onu keseceğim diye Allah’a yemin ettim; asla bir yalancı olmayacağım!’
Ardından, melek ona derisinin fazla kısmını gösterdi ve o da bunu kesti. İşte, bundan böyle nasıl herkes derisini Âdem’in derisinden aldıysa, öyle de Âdem’in bir yeminle söz verdiği şeyi yerine getirmekle yükümlüdür. Âdem bunu oğullarına uyguladı ve bu sünnet zorunluluğu nesilden nesile süregeldi. Fakat İbrahim’in zamanında, yeryüzünde sünnetli olan çok az kişi vardı, çünkü puta tapıcılık yeryüzünde oldukça yaygındı.
Bunun üzerine Allah, İbrahim’e sünnetle ilgili gerçeği bildirdi ve onunla bir ahit yaptı: ‘Derisini sünnet ettirmeyecek kişiyi ebediyen kullarım arasından atacağım. ’Havariler, İsa’nın bu sözleri üzerine titrediler. Sonra İsa şöyle dedi: ‘Korkuyu, ön derisini sünnet ettirmeyene bırakın, çünkü o, cennetten mahrumdur. 'Ve İsa bunu deyip ardından da şöyle konuştu: ‘Pek çoklarının ruhu Allah’ın hizmetine hazırdır, fakat beden zayıftır. Bu bakımdan, Allah’tan korkan insanın bedenin ne olduğuna, nereden geldiğine ve neyde yok olacağına bakması gerekir.
Yeryüzünün çamurundan Allah bedeni yarattı. Ve ona bir üflemeyle hayat nefesini verdi. Bu nedenle, beden Allah’ın hizmetinden geri kaldığında, bu dünyada ruhundan nefret ettiği kadar, sonsuz hayatta onunla birlikte olacağı düşünülerek çamur gibi atılmalı ve çiğnenmelidir. Şimdiki halde beden, arzularını ortaya koyuyor –bütün iyiliklerin amansız düşmanıdır o– çünkü tek başına günahı arzulayan odur. İnsan, bir düşmanını tatmin etmek uğruna, Allah’ın, yaratıcısının rızasını bir kenara mı atmalıdır? Buna dikkat edin, bütün veliler ve peygamberler, Allah’a hizmet için bedenlerinin düşmanı olmuşlardır.’” (Barnabas 23)
“Bilimin” sahası, “Tekvini Şeriat”ın kanunlarıdır. Ve şunu da hemen belirtelim ki, bu kanunlar asla külli, mutlak ve bağımsız değildir. Kâinat, bazı İslam hükemasınca ifade edildiği üzere, adeta ‘ansızlık’ içinde devamlı bir ‘hudus-zevâl’i yaşamakta, bir başka ifadeyle Allah’tan gelip, Allah’a gitme
Bilindiği üzere, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine vücut vermiştir. Batı, kendi içindeki “Kilise Erkinin” cenderesi altında dayanılmaz uygulamalara karşı koyarak, sonunda Avrupa’da bildiğimiz patlamalara ve ayaklanmalara/isyanlara yol açmış, nihayetinde de din prangası parçalanıp, din kendi t
Son yıllarda, toplumun her kesimine yayılan bazı “yerli misyonerler”, ilahiyat/teoloji maskesi takarak insanımızın fikir, düşünce, inanç ve dini akidelerini sarsan, şüpheye düşüren videolar yayımlıyor. Ne yazık ki, büyük bir İslam ülkesinde bu tür girişimlerde bulunabiliyorlar. Öncelikle, bu kadar
İsrail-Filistin Savaşı’nın başından beri, İsrail yaptığı hiçbir antlaşmayı, verdiği hiçbir sözü tutmadı. Yüzlerce kez ateşkesi bozdu. Uluslararası Adalet Divanı kararlarını ihlal ediyor. Arkasına aldığı yeryüzü şeytanı ABD ile birlikte pervasızca katliamlarını sürdürüyor… (Basın haberleri) Bu haber
Sanırım iktidar ve muhalefetiyle tüm insanlarımızın üzerinde hemfikir olduğu yegâne şey; bu ülkenin bilhassa kamu işlerinin naehil insanlara verilmesi, yani emanetin ehline tevdi edilmemesi hususudur. Bu sosyal çürüme ve adam kayırma hastalığı maalesef ülkemizin en birinci sorunu olarak karşımızda
Yahudilerin en belirgin özelliği; yalan söylemeleri ve gerçekleri de çarpıtmalarıdır. Hesaplarına gelmeyen sözleri çarpıtıp bozarak yayarlar. Bu nedenle, ehl-i kitap ile yapılan sözleşmelere ve anlaşmalara aldanıp tedbiri elden bırakmamak gerekir. Özellikle ülkemizin bu hususta tecrübesi bir hayli f